Durdu Güneş

Durdu Güneş

Mail: durdugunes@hotmail.com

AFFEDİLMEYİ İSTEMEK

Af deyince aklımıza; devletin suçluları affetmesi ile günahlarımız için Allahtan af dilemek geliyor.
Devlet suçluları affedeceği zaman önce onları “kader kurbanı” diyerek masumlaştırır, bu şekilde toplumsal bir meşruiyet oluşturduktan sonra da af kanunlarını çıkarır.
Devletin adaletten vazgeçip merhamet gibi gösterdiği af kanunları, aslında hapishanelerin artık yeni suçluları alamayacak kadar yetersiz oluşu ve bu nedenle bir kısmının boşaltılarak yeni suçlular için kontenjan açılması zorunluluğuna dayanır. 
Gerek kanunlardaki adaletsiz düzenlemeler gerekse kanunların adaletsiz bir şekilde uygulanması en masum insanı bile suçlu yapabilecek bir ortam oluşturur. Nitekim böyle bir ortam nedeniyle suçlu sayısı hızla artınca önce Türk Ceza Kanunu’nda bazı değişiklikler yapıldı. Mantık şuydu: “Her suçluyu içeri atmayalım, “Denetimli serbestlik” adı altında dışarda tutalım veya “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” adı altında cezayı vermiş olalım ama infazını yeni bir suça kadar gerçekleştirmeyelim.” Böylelikle hızla artan suçlu sayısına göre hapishane açma yetersizliği bertaraf edilmiş olur. Buna rağmen ağır cezalık suçlar artınca bu önlemde işe yaramıyor. Sorunu aşabilmek için tek seçenek af kanunları oluyor. 
Toplumda büyük infial uyandıran suçluların çok kabarık suç dosyası bulunduğu ortaya çıkıyor. Bunlar af kanunlarıyla, infaz kanunundaki indirimlerle hapiste yatması gerekirken dışarı çıkmış kişilerden oluşuyor. Suç işlendiğinde zaman zaman sosyal medyada “asalım, keselim, idam edelim” şeklinde öfkeli tepkiler oluyor. Ancak kimse niye biz böyle bir ortamdayız, niye biz adam gibi hukuk sistemini kuramıyoruz diye sormuyor. Sebepler değil sonuçlar üzerinden tepkiler saman alevi gibi parlayıp sönüyor. 
Hapis cezasının belli amaçları vardır. Suçlunun toplumdan tecrit edilmesi, cezanın caydırıcılık içermesi ve suçlunun ıslah edilerek topluma kazandırılması gibi. Ancak hapishanelerimizde bırakın suçlunun ıslah olmasını, suçlu suçla ilgili eksik kalmış yönlerini hapishanede tamamlayarak suç potansiyelini daha da artırmış olarak çıkıyor. Toplumun her suçluya yönelik fevri tepkileri yerine bunları sorgulaması gerekir. Aksi takdirde aynı acılarla, aynı facialarla hep karşılaşırız.
Hem suçlunun ıslahı hem de af konusuyla ilgili Dave Trott “Bir+Bir=Üç” isimli kitabında ilginç bir örnek veriyor. Özetleyerek aktarıyorum:
Brezilya’da hapishanede yatan suçlularla ilgili “Okuma Yoluyla Kefaret” adında bir program uygulanıyor. Bir kitabı okuyup bitiren bir mahkûmun cezasından dört gün düşülüyor. Kitaplar edebiyat, felsefe ve bilim alanlarından seçiliyor. Kitabı okuma süresi bir ay ve bitirdikten sonra ne anladıklarını ifade eden bir makale yazmak zorundalar. Söz konusu makale okunaklı olmalı ve yazım hatası içermemelidir.
Bu şekilde bir mahkûm yılda 12 kitap okuyabilir ve bu da bir yılda 7 haftayı silebileceği anlamına gelebilir.
Kitap okumak kişinin hapishaneden erken çıkmasını sağlayabileceği gibi aynı zamanda kişi zihinsel olarak dönüşmüş, aydınlanmış, ufku genişlemiş olabiliyor.
Dave Trott, bu şekilde hapishaneden erken çıkmış Ervin James’in hem Guardian’da köşe yazarı hem de çok satanlar listesine giren iki kitap yazdığı bilgisini vermektedir.
Ülkemizde af konusu neden bir lütuf gibi sunulur? Neden suç zihniyetini değiştirmeyen, dönüştürmeyen bir kişi yeni suçlar işlemek için topluma karıştırılır? Sebepler değişmediği halde sonuçların değiştiği nerede görülmüştür? Devlet aklı ya da toplumun sağduyusu neden böyle bir idraki taşımamaktadır?
Affedilmek için affedilen kişinin yalvarıp yakarması yeterli değildir. Pişmanlık duyması ve zehirli yapısını panzehriyle nötralize etmesi gerekir. Ancak o zaman affedilmeyi hak edebilir. Suçluya hak edilmeyen bir lütfu bağışlamak zulme ortak olmak, mazluma da zulmetmek demektir.
Gelelim günahkâr olup bu gecede Allahtan af dileyenlere. Günahkâr olmak; başkalarının hakkını yemek, başkalarına zarar ve acı vermek vs. demektir. Peki başkalarını mağdur edip, zarar ve acı verip sonra Allaha yalvar yakar dua edince bu kişi, affı hak etmiş olur mu? Yani önce hakkını yediği, zarar verdiği, mağdur ettiği insanların gönlünü alması, zararı, mağduriyeti gidermesi yani dikeni battığı yerden çıkarması gerekmez mi? Batırdığı diken yerinde dururken kişi affı nasıl hak edebilir? Kişi, “Ben her şeyi yaparım, kendimi bu konuda değiştirmem, dönüştürmem yaptığım her şey yanıma kalır, Allah’a da yalvar yakar, salya sümük yalvarırım, onun lütfu büyük affedilirim” diye düşünüyorsa önce kendini sonra Allah’ı kandırmaya çalışmış olmuyor mu?
Sanırım bu düşünce tarzı, hak edilmeden elde edilen lütuf kültürünün din anlayışımıza yansımasıdır. Bu anlayış her türlü kötülüğü içinde barındırmaktadır. Bir kişinin suçlu olduğu ve kendini hiç değiştirmediği halde, affı hak etmeden, bedel ödemeden devletin lütfuyla affedilmesi adaletle ne kadar bağdaşabilir? Bu tutumu doğru kabul edersek; mazlumun, mağdurun hakkını nasıl izah edebiliriz?  Mademki böyle davranmak adaletli ve hakkaniyetli değil, o halde insanların hakkını yiyip zarar verip, ah alıp sonra dua ile hak edilmeyen bir af beklentisi içine girmek insanın kendini kandırmasından başka nedir?
Toplum insana benzediği gibi toplum da insana benziyor. Bir hastalıklı anlayış varsa hem mikro hem de makro düzeyde ortaya çıkıyor.

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar